Monday, March 19, 2007

Karınca ile Ağustos Böcüü

Ağustos böceği ve karınca masalını, üç ülkeye göre üç farklı şekilde yazmışlar.

Çin versiyonu:
Karınca bütün yaz çalışır evini, yiyeceklerini hazır eder. Ağustos böceği de yan gelir yatar ve karıncayla alay eder, vur patlasın çal oynasın yazı geçirir. Ve kış gelir.. Karınca sıcacık yuvasında karni tok bir şekilde kışı geçirirken, Ağustos böceği açlık ve soğuktan iki gün sonra ölür.
Fransız versiyonu:
Karınca bütün yaz boyunca çalışır ve kış için evini, yiyeceklerini hazır eder. Ağustos böceği de yan gelir yatar ve karıncayla alay eder, vur patlasın çal oynasın barlarda yazı geçirir.. Ve kış gelir.. Karınca sıcacık yuvasında karni tok bir şekilde sıcacık kışı geçirmeye hazırlanırken kapı çalar. Bakar elinde bavulu ağustos böceği;
-"Haber aptal komşum?Kışı geçirmek için Karaip Adaları’na gidiyorum da,bir isteğin var mi sorayım dedim.Hadi bana eyvallah." Der ve uzaklaşır.

Türk versiyonu :
Karınca bütün yaz çalışır evini, yiyeceklerini hazır eder. Ağustos böceği de yan gelir yatar ve karıncayla alay eder, vur patlasın, çal oynasın yazı geçirir. Ve kış gelir. Karınca sıcacık yuvasında karni tok bir şekilde kışı geçirirken, ağustos böceği bir basın toplantısı düzenleyerek, 'Etrafta onca aç ve üşüyen varken, karıncalar nasıl bir vurdum duymazlıkla sıcacık yuvalarında yasayabiliyorlar' diye olayı kamuoyunun vicdanına sunar.
ATV, KANAL D, ve benzer TV'ler zavallı aç ve açıktaki ağustos böceği ile karni tok sırtı pek karıncanın resimlerini yan yana yayınlayarak tarafları tartışmaya davet eder. Türkiye olayın sokunu yasamaktadır. Nerededir bu devlet? YBKD (Yeşil Böcekleri Koruma Derneği) 'nden bir temsilci TEKETEK programına çıkarak otuz yıldır çektikleri sefaletin tek nedeninin sırf yeşil renkli olmalarından kaynaklandığını anlatır. Dünyanın en tanınmış Nobel adayı yazarımız Orhan PAMUK ve tanınmış aydınlarımız olayı Avrupa düzeyinde protesto ederek Türkiye'yi kınarlar. Konu Bakanlar Kurulu'nda tartışmaya açılır ve Başbakan KANAL D’ ye verdiği özel demecinde 'Daha önceki hükümetler tarafından bunca yıldır sorunları göz ardı edilen değerli ağustos böceği kardeşlerimizin bundan böyle huzur ve refah içerisinde yasamaları için gerekenler yapılacaktır. " der.
Diğer yandan Reha Muhtar karıncayı canlı yayına çıkararak,'Reklâmını yapmak için zavallı bir ağustos böceğinin içler acısı durumundan yararlanmaya utanmıyor musun?' diye bir güzel haşlar. Ertesi aksam TEKE TEK'te ise 'Ağustos böceğinden yürüttüğün para ve yiyecekleri nereye sakladın, öt çabuk' diye Fatih ALTAYLI' dan bir güzel dayak yer. Karınca en sonunda çareyi yurtdışına kaçmakta bulur. Ve ağustos böceği de onun evine yerleşir, yiyeceklerine konar, eşyalarının üzerine yatar ve refah içerisinde gül gibi yaşar gider. Ve güzel ülkemizde tarafsız ve doğrucu (!) medyamız sayesinde adalet yerini bulur. (mu?)

Gülçin versiyonu :
Aslında karınca ve ağustos böcekleri taa dedelerinin zamanından beri kankidir. Gerçi vakti zamanında karıncaların içine neden bizim kanatlarımız yok tarzında bir husumet gark olmuştur ama bu sorun karşılıklı iyi niyet çerçevesinde bertaraf edilmiştir. Karıncalar da ağustos böcekleri de insan evladına ifrit olmaktadır en özünde. Çünkü insanlar her bi boktan ders çıkarmayı becerebilecek kadar geri zekalı oldukları halde dünyanın hakimidirler, ve bu çok adaletsizdir (ve ayrıca doulble whoper burger yiyebilip, porsche’ye binebiliyorlar çok sinir bozucu! ). Bu yüzden sadece karınca ve ağustos böcekleri değil pek çok ikili üçlü hayvan grupları hergün bıkmadan usanmadan insanların ne kadar aptal olduklarını hatırlatmak için kendilerine, onlara oyun oynar dururlar. Yani aslında hikaye karınca bütün yaz çalışır, tembel ağustos böceğiyse def çalıp oynar ama kışın o aç kalır karınca tok, çalışan kazanır elması kızarır hesabı değildir. Karıncalar ve ağustos böcekleri öyleymiş gibi davranır sadece. Aptal İnsanların daha da aptallarından olan lafontein, anderson ve benzerleri her bi boku yanlış anlamıştır yani (e tabi bizimkiler de bozuntuya vermemiş). Karıncalar bütün yaz kışın aç kalmamak ve bilet parası toplayabilmek için çalışır aslında zaten extra hassas bedenleri yazın o kavurucu sıcağında devamlı haraket etmezse sıcaktan eriyip pelteleşiverir, bu yüzden yan gelip yatmak gibi bir olayları yoktur. Ağustos böcekleriyse doğuştan yavşak ve şaklabandır. Komedyenlikten başka yapabilecekleri bir iş yoktur bu sebepledir ki ağustos böcekleri bütün yaz kışın karıncalara yapacakları stand up showlara, komedi programlarına vs. hazırlanırlar. Kışın ise orman sanat merkezinde her akşam temsile çıkıp bilet ücreti karşılığı aldıkları yiyeceklerle beslenirler. Boş zamanlarındaysa kuru kaktüs, mantar gibi garip şeyler yiyip underground tekno, air falan takılırlar.
Karıncalar ise bütün kış orman sanat merkezine takılıp çatlayana kadar gülerler. Alan memnun veren memnun. Ayrıca bu showlara arıların, termitlerin ve diğer envai çeşit böceğin katıldığına dair rivayetler vardır.

Ayrıca tavşan ile kaplumbağa hikayesi de külliyen yalandır. Tavşan hayvanlar aleminin en kalender mahlukatlarından bir tanesidir. Bembeyaz tüyleri kadar temiz yüreciği diğer hayvanların iyiliği için çarpar durur. Hatta meleklerin gece ormanda tavşan silüetiyle dolaştığına inanılır. Yarış hikayesine gelince. Kablumbağalar ürkek mizaçlarından kelli heran kafalarını sokacak bir delik aradıklarından sırtlarında taşırlar evlerini. E takdir edersiniz ki yük ağır, manevra kabiliyeti zayıf, azami sürüş hızı içler acısı. Tek dert bu da değil o kadar yükü baldırlarında taşıyan bacaklar her geçen gün daha az hareket ediyor ve giderek zayıflıyor. Bir süre sonraysa tutmayıveriyor. Çoğu kaplumbağa çok fazla yaşamaz sonrasında, bir kısmıysa kötürüm kalacağını anladığında ters dönmek suretiyle intihar eder. Zavallı kaplumbağalara acıyan atik ve çevik tavşanlar ise onların daha çok yürümesini sağlamak için her allahın günü türlü şaklabanlıklar yaparlar. Misal ;
Tavşan : kablumbağa kardeş iddaya girerim burdan dereye yarışsak sen beni geçersin
Kamlumbağa : de get yalan dünya, başka işin yok mu senin olum
Tavşan : yaa nolur bir kere denesen ........
Falan feşmekan derken belki kamlumbağayı ikna eder (bu kaplumbaalar harbiden şaşkaloz oluyor bu arada) başlarlar yarışmaya, tavşan ağırdan alır, bazen oturur dinlenir anlayın işte böyle kendince destek olur kaplumbağaya. O bir melektir...

İşte hayvanlar alemi hakkındaki tüm bu tabuları, kendini doğaya ve hayvanlara adamış güzide bilim neferi Gülçin teker teker yıkmaktadır. Gülçin’in timsahlar ve dişçi kuşlar gerçeği hakkındaki makalesini yayınlaması da an meselesidir. Yapılan bir röportajda bu keşiflerini doğadan aldığı ilhama borçlu olduğunu söylemiştir. (niyeyse)



Monday, January 1, 2007

Perfume by Tom Tykwer

My first movie review published in epinions.com

Patrick Suskind 's "Das Parfum", Perfume The Story of a Murderer by Tom Tykwer

The cinema adaptation of one of the greatest German author Patrick Süskind 's impressive novel Das Parfum. It's very difficult for me to free from prejudices as I think (like Stanley Kubrick did- a genious film director and also did great adaptions himself has remarked once- ) the novel is
UNFILMABLE. I've read the novel 10 years ago when i was a teen but I still remember the feeling left in my mind. Süskind 's descriptions of odours was so tangible and powerful that you can swear you are walking in the streets of eighteenth century France with closed eyes and ears
guided by tons of smells. His protagonist Jean Baptiste Grenouille is an abused orphan, always rejected for his physical ugliness and so called diabolic looks. In fact his supernatural sense of odour frightens others. Süskind created his freaky genius by melting all his senses in a pot to gain a more powerful unique sense of smell. He did it with a craftsmasters fussiness, and describe to us from his Grenouille 's thesaurus. You feel a great desire to live in Grenouille 's olfactory world and want the same powerful ambition he has for absolute smell for anything else. That gripping story is not famous just for the nearly perfect translation of odours into touchable words but for the astonishing ending. (impede your curiosity and wait for the end of movie).
Up to now it's all about the novel, What about the film ? First of all Tom Twyker the German director (also the director of one of the movie " Run Lola Run " which has readily taken it's place in cult movies) deserves compliments just for his courage to make this adaptation. He managed to create the atmosphere of eighteenth century France living in poverty. He is also faithful to origin. The third person narrated story enabled the use of quotes from the novel. Casting was suitable for all characters accept for the lead character Grenouille. You imagine him as annoying as Hunchback of Notre Dame with furuncles on his face but Ben Whishaw is more handsome than anybody else in that environment (even from the Marquis de Montesquieu) . Whishaw 's acting was not good not bad. Better could have done. But Dustin Hoffman 's performance compensate the disappointment you had for lead character with his short appearance. The choice of women was ok, especially the last and the most beautiful woman Laura (Rachel Hurd-Wood). It is obvious that the costume designers worked hard. Lastly, the most popular part of the film - the ending - is very impressive for it's cinematographic value, it really gives the feeling of 18th century famous french paintings but is spoiled by the meaningless hand movements and gestures of Whishaw. I really wonder who told him to do so.
Despite all above you really must see this movie . In fact it's success shadowed by the magnitude of the original novel and the writer. But it's the fate of most adaptation movies. Forgot to say : movie is 2,5 hours long and the language is English.

Friday, December 22, 2006

Patrick Süskind / Bay Sommer'in Öyküsü

Sevgili günlük,

Madem ki kitap yorumları yapacağım (tabi senin haberin yok, emrivakilerden hoşlanmadığını biliyorum ama bu seferlik mazur görüver.) ilk yorumum beni en keyiflendiren kitap için olmalı.
Orjinal adıyla " Die Geschischte von Hern Sommer " Bay Sommer'in öyküsü. Bir çocuk hikayesi (ki bence her yaşta okunmalı) hem de resimli. Kitap yorumu yazmaya yeltenip de ilk seçtiğim kitabın resimli bir çocuk hikayesi olması size garip gelmesin çünkü Patrick Süskind' i tanıyanlar Koku'yu yada Güvercin'i okumuş olanlar beni anlayacaktır. Süskind Koku'da o keskin zekasıyla Jean Baptiste Grenouille' i öyle anlatır ki duymaz, görmez, sadece koklar olursunuz. Güvercin'de ise penceresine konan güvercin yüzünden odasına giremeyecek kadar canlılardan uzak yaşayan Jonathan Noel'i garipliğini hiç garipsemezsiniz. Süskind'in karakterleri kalabalıkları sevmez, yalnız ve umutsuzdur ama Bay Sommer'in öyküsü içinizi ısıtır. Bay Sommer'in sonuna ise hiç üzülmezsiniz. Daha ağaçlara tırmandığım zamanlardı, 28 numara ayakkabı giyiyordum ve uçabilecek kadar hafiftim diyerek başlar ve .... uçmaktan korktuğumdan değil ama nereye ve nasıl ineceğimi, bırakın onu yere inip inemeyeceğimi bilemediğimden... ve devam eder çocuk Süskind.

Monday, December 18, 2006

Düşünsenize,
Bir adamı bile yönettiğinizde büyük haz alıyosunuz, bir insanı parmağında oynatmak inanılmaz bir keyif vermeli. Şefsiniz altınızda üç adam çalışıyor,Müdürsünüz, genel müdür, başkan, başbakan, cumhur başkanı, Amerika başkanı, Saddam, Hiteler, Papa, Napolyon (papa değilce para, para deyince Napolyon gelir!) Atatürk ya da Muhammet giderek tanrının hazzına yaklaşırsınız ama tanrının aldığı haz yanında (ve mutsuzluk) insanoğlununkiler evrende toz misali. o ayrı. Yine de becerebilirseniz düşünün, Tanrı çok eğleniyor olmalı eeee dünyayı parmağında oynatıyor ne de olsa. Tahmin edemeyeceğiniz kadar eğleniyordur hem de. Herşeyi yapabilir. En basitinden çok canı sıkılırsa (hoş canı sıkılacak vakti yok da, lafın gelişi) ve canı o gün hiçbir şey yapmak istemezse oturup aşağıyı izleyebilir özel olarak. Çocukluktan başlayıp ölene kadar bir insanın hayatını, film gibi.
Haftanın filmi Nuri adında bir adamcağız ama en son bilmeniz gereken adamın adı. Öyle çoklar ki. Tanrı Nuri’ye kötü bir kazık atmış zamanında (tabi isteyerek olmamış) ve bizim Nuri sidik borusundan özürlü doğmuş, ama öyle hemen doğunca ortaya çıkacak bir kusur değil bu, borudaki kaslar arası bir iletişimsizlik, daha doğrusu bir çekişme, bir mıntıka ihlali hesabından doğan iktidar kavgası nedeniyle bizim boru sidiğini tutamayıp gelince salıyor Allah ne verdiyse. Önceleri çocuktur normaldir diye örtbas ediliyor aile arasında ama yaş ilerledikçe durum zorlaşıyor. Nuri yaratıcılığını ne kadar kullanırsa kullansın başa çıkamıyor. Son çare olarak Nuri okul harçlıklarını harcamayıp çarşaf ve ped almaya başlıyor. Gündüzleri ped idare ediyor ama gece sızıntılarını gizlemek için çarşafı da değiştirmesi gerekiyor. Buraya kadar iş çözümlenmiş görünse de Nuri’nin daha büyük bir sıkıntısı var şöyle ki Nuri bütün harçlığını çarşaflara ve pedlere harcadığı için ergen bir oğlanın büyümek ve bir erkek olabilmek için yapması gereken hiçbir eylemi yapamıyor. Zavallı Nuri gençliğinde ne gizlice bir porno dergi alabiliyor ne öğle arası okuldan kaçıp köşedeki büfeden gazeteye efes teneke birası sardırıp içebiliyor ne de bir kız arkadaşını sinema’ya götürüp üstüne külah dondurma ısmarlayabiliyor. Zavallı Nuri... Üstelik işin kötü tarafı marketten ped alırken pek çok kez okuldaki çocuklara yakalanıp her seferinde annemin imajı yarattığından, Çocuklar işgillenip Nuri’yi takip etmişler ve duruma bir türlü akıl sır erdiremeyip kesin Nuri’nin kırık olduğu kanaatine varmışlar. Üstüne Nuri’nin hiçbir dişi yaratığa bir kabuk mesafesinden (bkz.kabuk bölümü) fazla yanaşamadığını bildiklerinden bu sonuçtan hiç şüphe etmemişler. Hal böyleyken Nuri de bir süre sonra kendinden şüphelenmeye başlamış. Acaba, olur mu ki... Hem karıdan farkım yok harbiden, her gün bez bağlıyorum kıçıma, gidip karı gibi çarşaf da alıyorum hem kız arkadaşım da yok. Onun da inanmak için çok sebebi varmış asıl sebebi hep biliyormuş ama onla başa çıkamayacağı için aklına bile getirmemiş. Çok büyük stress yaratmış bu durum tabii. Zaten başında doğduğundan beri kendisini takip eden illet bir kara bulut. Bu ağır baskıya dayanamayıp kısa süre sonra tamam lan ibneyim işte ne var ki hem tek ben değilimki, ünlü adamların bile yarısı nonoş demiş ve rahatlamış. Zor da olsa çevresine de kabul ettirmiş zamanla. Tam huzur ve huşu içinde geri kalan ömrünü rahat geçirmeyi planlarken bir gün bir kadınla tanışmış ama ne kadın. Hayellerindekinden daha güzel her ne kadar hiç kadınları hayal etmediğini inandırsa da kendini tam o anda yıllar boyu her an düşlediği o afet i devranı salisesinde tanımış ve vurulmuş. İnsan böyle bir durumda mutlu olmalı en azından azıcık normal bir insan ama bizim Nuri o anda yıkılmış. Senelerce kendini kandırdığını ve zamanını tükettiğini hep hiç olmayacak bir Nuri’yi yaşadığını anlamasıyla isyanı başa baş gitmiş. Neden? Neden? Neden. Hep üstünü örtmekten ulu bir dağın altında kalmışsa da cevap, o anda patlayan bir volkan misali fışkırmış derinden. ÇÜNKÜ BEN HALA ALTIMA İŞİYORUM... Volkanın büyüklüğüne gölge düşürecek bir kin, kusmuş kendini içinden peşi sıra. İntikam ateşiyle yanıp tutuşan akıl kendini aşmış ve tüm erkeklerin sidik borularına yerleşip kasılmalarını bozan bir virüs icat etmiş. Çok güçlü ve saniyede 160 km yayılabilen bu virüs tüm erkek ırkını aynı gün içinde ele geçirmiş Nuri ise tam başarısını görecekken fazla çalışmaktan kalbi durduğu için işeyerek ölmüş.
Oysa ki Nurinin çok saygı değer annesiyle babası o gece sevişirken bizim bahtsız babamız X li bir hücresini salsaymış içinden belki de Nuri kız olacakmış ve bu sorunla kendini hayır işlerine adayan bir kadın olarak başa çıkıp vatana millete yararlı olup bir özürlüler okulu bahçesindeki bronz büstüyle her yıl saygıyla anılacakmış çok yazık.
İşte tanrı bu sonsuz olasılıklar denizinde eğlenirmiş hep yukardaki köşkünde. Daha ne Nuriler ne hikayeler var dünya üzerinde başka dünyalarda başka sistemleri düşünmek bile istemezsin. Herşeyi yapabilirsin ama herşeyi. Çine sinir olup bütün çinlileri çekik gözlü ve kısa yaparsın amerikalılar çok şımarırsa bir kasırga çıkarıverirsin bazen tek bir adamla oynarsın bazen hepsiyle olasılıklar ummanı seç beğen tabi durum böyleyken çok yaratıcı olabilirsin yukarda yalnızsın da kendi kendini eğlendirmen lazım düşünsene bir kere insanlara neye göre akıl neye göre para neye göre mutluluk verirsin. Muhtemelen tanrı önceleri çok planlı ve analitik davranıp çok kafa patlatmıştır bunun üstüne. Matematik yaratıp kendine bir sistem geliştirmiştir. Evet demiştir ben tanrıyım ve adaletli olmam gerek. Herkes eşit olmalı ve bunun için herkese yüz K dağıtmalıyım insanın en çok isteyebileceği 10 durumu seçip onlardan değişik oranda karıştırmalıyım Ama ölçüyü kaçırmamak içinde dozlarını çok iyi hesaplamalıyım. Böylece herkes eşit olur. Tamam çok güzel tanrı bunu belki de bir süre uyguladı ama yine canı sıkılır. Terazi hesap matematik falan neyse belki de sonra bir oyun geliştirdi ve insanoğluna akıl vermek için şöyle bir düzenek kurdu: devasa bir salonda ortada büyük bir kova ve karşısında 10 adet büyük hazne içinde zeka, güzellik, para,erdem gibi kallavi nüveler var her birinden elinin beğendiği kadar alıp karşıya atıyor artık ne tutarsa. Üçlük smaç, kafa pası rövoşata ne verdiyse artık. Kova 100K dolduğunda sistem o prosesi sonlandırıp o adem evladına kovanın içindeki meziyetleri yükleyiveriyor. Peki ya bunu sarhoşken yapmaya kalkarsa... (e tanrı da boş değil bi yerde) Lan geçen akşam kafam çok güzeldi naapmışım diye şöyle bir aşağı baktığında Einstein’ ı görüyor. Hep zeka atmış... Hasiktir. Adam izafiyet falan diyor. Atom bombası yapmış. Bir başka sefa gecesinde hitler doğmuş. Aman yarabbim ! benim bir oğlum mu var dı?
Tanrım eski günlerini çok özlüyoruz lütfen yukarda çok kafayı kırma ayıptır. Acı bize. Şaçma bir kere tanrının acıması olsaydı,kabuktan çıksaydı yani. (bkz. kabuk bölümü) tanrılık yapamazdı. Duygusal bir tanrı hayal edebiliyor musunuz? Dünyanın sonu gelirdi. Merhametinden kimseyi öldüremediğinden dünya nüfusu kısa sürede haddini aşar ve dünya kendi kendini yok ederdi. Azrailinse erken emekliliğin verdiği rehavetle cennette hurilerin arasında sefa içinde yaşarken ruhu bile duymazdı. Gerçi cehennem zebanileri birazcık uyanırdı bu işe “noluyo lan gelen giden yok bin yılldır ” diye.
Tanrım iyi ki kabuktan çıkmamışsın çünkü ben hem kabuktan çıkmak istiyorum hem tanrı olmak sen de benim gibi olsaydın çok duygusal olurdun.

Kabuk kabuk......
Fiziksel varlığımın mıntıkasını belirlemek için ben naçizane birini kollarımı iki yana açtığımdaki uzaklığın, diğerini ise boyumun uzunluğunun tayin ettiği iki matematiksel şey, neyse işte, ondan oluşan elips kadar alanı kendime kabuk ilan etmişimdir. Penguene benzer bir yapı yuvarlak hatlı. Yuvarlak hatlar inanılmaz duygusaldır. Neden bilmiyorum öyledir ama bu. kesin kanıtım da var kuş yumurtaları hep o şekildedir. Onları çok iyi korur altın şekil. köşeli değildir. İşte o şeffaf kabuk hep benle. Ve hiç atmak istemiyorum ama seçim yapmam gerek ya kabuklu olmalıyım ya da tanrı ikisi birden olursam dünyanın sonu çabuk gelir tanrı için kelebek ömrü kadar kısa geçer ve hiç tadını çıkaramadan oyuncağım kendini imha eder. Ancak kabuğumla tanrıcılık oynayabilirim. Onla da ne uğraşacam kabuğum bana yeter.

********************************************


Peki nerden geldi bu tanrı başımıza, estağfurullah şikayet ettiğimden değil de meraktan soruyorum. Der ki kitaplar, o hep vardı ve hep var olacak. Bence birazcık akıldan nasibini almış insan evladı şu gerçeği kabul etmeli, benim kıt aklım evrenin nasıl varolduğunu ve o mükemmel matematiğini çözemediğinden ve ben bilimadamı olup üç kuruşluk güzel ömrümü labaratuvarlarda kara deliklerle geçirmek istemediğimden ulan vardır belki de bir yaratıcı dedim ve artık peki onu kim yarattı sorusunu azad edip sonsuzluğa saldım. Ve aslında konunun tanrı olduğunu unutup düşündüğümde şu replik hep saçma gelmeliyse de, kurtarıcım oldu benim. “ O hep vardı ve hep var olacak “ Tanrım kendimi kuşlar kadar özgür hissediyorum, keşke kanatlarım olsaydı. Dur bi dakika benim neden kanatlarım yok, neyse tanrım bunun için sana kızacak değilim vardır bir bildiğin. Mükemmel düzeni yaratan sensin hikmetinden sual olunmaz. Yine çok rahatladım çünkü benim neden kanatlarım yok diye düşünmüyorum çünkü eğer kanatlarımın olması beni daha mutlu edecek olsaydı tanrı beni öyle yaratırdı, herşeyin en iyisini o bilir.


O zaman herkesin dindar olmasını yada en azından tanrıya sorgusuz sualsiz bağlanmasını beklememeliyiz. Haşa Hazerfen Ahmet Çelebi’ye dinsiz dediğimden değil ama o tanrı isteseydi zaten kanadım olurdu deyip derin bir nefes çekseydi nargilesinden dünyanın ilk uçan adamı olmazdı ve Cezayir’e sürülmezdi belki de. Ya da Wright kardeşler o Pazar günü tepeden kuş gibi süzülmeyi hayal ederek değil kilisede papaz ne vaaz verir ki bugün diyerek kalkarlardı sabah sıcak yataklarından... İşte şu merak denilen illetin peşine takılıp sürüklenmekteyiz heran ve Tanrı emin olun ki her zaman mutlak cevap değil aksine cevapsızlığın azabına sürülen bir merhem. Alınma tanrım küçümsemekte değilim işlevini öyle olsaydı öykünürmüydüm sanıyorsun sana ne sanıyorsun ki aldığım her nefeste arzuluyorum seni, seninle bir bütün olmayı, sen olmayı (bunun imkansız olduğunu bildiğimden belki en azından bir parçan olmayı) tam da bu noktada gelir vahdet-i vücud aklıma işi kökünden çözmüştür bu kavram şunu bir dinleyin;

--Kalp durur, beden ölür, çürür. Toprağa karışır, toprak olur, toprak suyla buluruş, can olur, ot olur diken olur, çiçek olur kurt olur, kuş olur böcek olur, ölür çürür, toprak olur su bulur ama döner dolaşır yine toprak olur öz olur. Toprak orman içinde orman dünya içinde dünya evren içinde evren bir hiç içinde onu yutan tanrı, ya hiç olur ya tanrı, bir hiç oluyorum bir tanrı....

ve tanrım alınma ama çok uyanıksın, kediye köpeğe kuyruk takar döndürürsün hayvanları kendi ekseninde sonrada ey kulum sana akıl verdim kuyruk değil diyerek aklınca yüceltirsin bizi oysaki o aklın içinde kurulu gelen merak denen naneyi shift + delete ile kaldıramıyoruz ve pireli it gibi kaşındırıyor her bir yerimizi. Ama düşünüyorum da haklısın kendi hamurundan yoğurduğuna göre ruhumuzu ve bir yerde biz sen isek neden merak etmeyelim ve neden soru sormayalım yani neden ilerlemeyelim. Biz sayarsak olduğumuz yerde senin de canın sıkılır ve evren can sıkıcı bir monotonluk içinde heeeep var olur hergün birbirinin tekrarı ve bir süre sonra zaman akmaz daha doğrusu herşey heran aynı olduğundan donup kalırız ve akmayan zaman bizi elektrik süpürgesi gibi içine emer... Yani biz aklımızı hergeçen gün daha fazla kullandıkça seni o kadar küçümser ve bir o kadar yüceltiriz. İstediğin de zaten bu (yani bence yani benim tanrım bunu isterdi)